Öğlen Molaları Episode II

Toffler, Üçüncü Dalga’da eğitimin sanayileşme süreciyle birlikte farklı bir yapıya büründüğünü ve bu yeni yapının körpe çocukları yakın geleceğe hazırlamak adına yapıldığını söylüyor ve ekliyordu: “Zil çalınca derse giren; zil çalınca teneffüse çıkan; zamanı parçalara bölünerek tüketilmiş insan toplulukları yaratmak…” diyordu.

“Zil”in yerini oto-kontrol mekanizmasının dayatıldığı “kol saati özgürlüğü” almış olsa da “teneffüs”leri uzatan ya da çoğaltmaya kalkışan “yaramaz”ların, “eğitmen”leri olan İK yetkililerince yola getiriliyor olması “Tek ayak üzerinde de durayım mı?” esprisinin gerçeği tam kalbinden vurmuş olduğunu anlatmıyor mu?

Fight Club’da sorunların ortaya dökülüşünün ardından çözüm namına sunabileceği hiçbir şey olmadığını gizlemek istercesine birkaç basmakalıp doğu felsefesi eksenli “slogan”la sonun geçiştirilmesi post-modern zırvası yaşamlarımızda karşı karşıya olduğumuz çözümsüzlüğü çok daha iyi vurgulamıyor mu?

Çözümsüzlükten dem vururken “bireysellik”in bizi hapsettiği kafeslerden çıkmak için herhangi bir çaba sarfetmeyen bizler şikayet etme hakkına sahip miyiz?

Öğlenleri dışarı çıkmak zorunda hissetmek aslında ofis ortamında genel anlamda mutlu olduğunu düşünen ve söyleyen benim için aptalca bir çelişki olarak yorumlanabilir; ancak bu isteğin genel bir “farklılık ve değişim” ihtiyacının gölgesi olduğu ihtimali düşünülecek olursa bu aptallık anlam kazanıyor. Kazandığı anlamın gereklerine uyabilecek gücü ve fırsatları yaratamıyor olmak ise asıl zihin törpüsünü yaratıyor ve “çaresizlik” hissi benliğe hükmetmeye başlıyor. Hele bir de ardından Doğan Cüceloğlu karakterleri karşınıza çıkıp da “İyi düşün doğru karar ver. Hayatın cennet olsun” klişelerini fütursuzca saçınca gireceğiniz sinir krizinin kurbanları olarak o karakterleri mi kendinizi mi seçmek kararı kalıyor tek seçenek olarak.

Zaman zaman kendimi kalabalıktan ve “diğerleri”nden soyutlamayı başarıp hayal ya da umut dünyasının avutuculuğuna sığındığımda aklımdan hal-i hazırdaki hayatımda bulunan unsurlardan çok azının bulunmasının suçlusu ben miyim? Hayatımızda bulunanlardan genel olarak mutsuzsak onlardan kurtulmak bizim vazifemiz değil mi?

Son zamanlarda hikayelerime dokunamıyor olmamın sebebi  bir tıkanıklıksa ve buna neden olan da “yeni” namına hayatımda herhangi bir unsur bulunmaması ise çaba sarfetmem gereken husus kendimi diğerlerinden soyutlamak mıdır yoksa yağan yağmurun suyundan içip “diğerleri”ne katılmak mıdır? Senelerdir sormakta olduğum bu soruya hala bir cevap verememiş olmak zayıflığım mıdır yoksa umudun gücü müdür?

“Akıl olmazların zoru içinde” derken şair, aklına olmazları takacak kadar vaktimizin olmadığı ve “olmaz”ları “olmaz” olarak “oldukları” yerde bırakmamız gerektiğini hiç düşünmemiş midir?

Böyledir öğlenleri kaltak geceler diyarında. Özgürlükten dem vururken yalnızlıktan şikayetçi olmanın bir çelişki olduğunu çözememiş zihinlerimizle farklı geçmesi de beklenemez aslında. Yine de kapanış olarak “Gün olur devran döner. Şenlenir evimiz barkımız bizim” diyorum.

Okunuyor

Tünel Fareleri
tagged: currently-reading
Franchise Davası
tagged: currently-reading

goodreads.com